Kısacası,
hayat için gerekli işlemlerin gerçekleştirilmesi için, sıvı bir ortamın varlığı
zorunludur. Sıvıların en ideali—daha doğrusu tek ideal olanı—ise sudur. Suyun
hayat için olağanüstü derecede uygun özelliklere sahip olduğu, eskiden beridir
bilim adamlarının dikkatini çekmiştir. Suyun genel doğa kanunlarına aykırı gibi
görünen bazı termal özellikleri de, bu maddenin yaşam için özel yaratıldığının
bir kanıtıdır.
Sular her zaman yüzeyden donarlar ve buz her zaman suyun üzerinde yüzer, dibe batmaz. Eğer suyun tüm diğer sıvılar gibi soğudukça yoğunluğu artsaydı, yani buz suyun dibine batsaydı, bu durumda okyanuslar, denizler ve göllerde, donma alttan başlayacaktı. Alttan başlayan donma yüzeyde soğuğu kesecek bir buz tabakası olmadığı için, yukarı doğru devam edecekti. Böylece Dünya'daki göllerin, denizlerin ve okyanusların çok büyük bölümü dev birer buz kütlesi haline gelecekti. Böyle bir Dünya'nın denizlerinde hiçbir canlı yaşayamazdı. Denizlerin ölü olduğu bir ekolojik sistemde kara canlılarının varlığı da mümkün olamazdı. Kısacası Dünya, eğer su "normal" davransaydı, ölü bir gezegen olacaktı. |
Bilinen tüm
maddeler ısıları düştükçe büzüşürler. Bilinen tüm sıvılar da yine ısıları
düştükçe büzüşür, hacim kaybederler. Hacim azalınca yoğunluk artar ve böylece
soğuk olan kısımlar daha ağır hale gelir. Bu yüzden sıvı maddelerin katı
halleri, sıvı hallerine göre daha ağırdır. Ama su, bilinen tüm sıvıların
aksine, belirli bir ısıya (+4 oC'ye) düşene kadar büzüşür, ama sonra
birdenbire genleşmeye başlar. Donduğunda ise daha da genleşir. Bu nedenle suyun
katı hali, sıvı halinden daha hafiftir. Yani buz, aslında "normal"
fizik kurallarına göre suyun dibine batması gerekirken, su üstünde yüzer.
Suyun
yukarıda anlatılan özelliği, Dünya üzerindeki denizler açısından çok önemlidir.
Eğer bu özellik olmasa, yani buz suyun üzerinde yüzmese, Dünya üzerindeki suyun
çok büyük bir bölümü tamamen donar, göllerde ve denizlerde hiçbir yaşam
kalmazdı. Bu gerçeği biraz daha detaylı olarak inceleyelim. Dünya'nın pek çok
yerinde soğuk kış günlerinde ısı 0oC'nin altına düşer. Bu soğuk
elbette denizleri ve gölleri de etkiler. Bu su kütleleri giderek soğurlar.
Soğuyan tabakalar dibe doğru çöker, daha sıcak kısımlar yüzeye çıkar, ama
bunlar da havanın etkisiyle soğur ve yine dibe doğru çöker. Ancak bu denge
sıcaklık, 4oC'ye gelince birden değişir, bu kez ısının her
düşüşünde, su genleşmeye ve hafiflemeye başlar. Böylece 4oC'lik su
en altta kalır. Daha yukarıda oC, onun üstünde 2oC,
böylece devam eder. Suyun yüzeyi ise 0oC'ye vararak donar. Ama
sadece yüzey donmuştur. Yüzeyin altında kalan 4oC'lik bir su
tabakası, balıkların ve diğer su canlılarının yaşamlarını sürdürmeleri için
yeterlidir.
Eğer böyle
olmasa ne olurdu? Su "normal" davransaydı, tüm diğer sıvılar gibi
onun da ısı kaybına paralel olarak yoğunluğu artsaydı, yani buz suyun dibine
batsaydı ne olurdu?
Bu durumda
okyanuslar, denizler ve göllerde, donma alttan başlayacaktı. Alttan başlayan
donma, yüzeyde soğuğu kesecek bir buz tabakası olmadığı için, yukarı doğru
devam edecekti. Böylece Dünya'daki göllerin, denizlerin ve okyanusların çok
büyük bölümü dev birer buz kütlesi haline gelecekti. Denizlerin yüzeyinde
sadece birkaç metrelik bir su tabakası kalacak ve hava sıcaklığı artsa bile,
dipteki buz asla çözülmeyecekti. Böyle bir Dünya'nın denizlerinde hiçbir canlı
yaşayamazdı. Denizlerin ölü olduğu bir ekolojik sistemde kara canlılarının
varlığı da mümkün olamazdı. Kısacası Dünya, eğer su "normal" davransaydı,
ölü bir gezegen olacaktı.
Suyun neden
"normal" davranmadığı, yani 4oC'ye kadar büzüştükten sonra
neden birdenbire genleşmeye başladığı ise, hiç kimsenin cevaplayamadığı bir
sorudur.
Suyun bu
kendine özgü termal özellikleri sayesinde, kış ile yaz ya da gece ile gündüz
arasındaki sıcaklık farkı daima insanların ve diğer canlıların dayanabileceği
bir sınırda kalmaktadır. Dünya üzerindeki su miktarı karalara oranla daha az
olmuş olsaydı, gece ile gündüz sıcaklıkları arasındaki fark çok artacak,
karaların büyük kısmı çöle dönecek ve yaşam imkansızlaşacak ya da en azından
çok zorlaşacaktı. Ya da suyun termal özellikleri farklı olsaydı, yine yaşama
son derece elverişsiz bir gezegen ortaya çıkacaktı.
Harvard
Üniversitesi Biyolojik Kimya Bölümü Profesörü Lawrence Henderson, suyun tüm bu
termal özelliklerini inceledikten sonra şu yorumu yapar:
Özetlemek
gerekirse, suyun bu özelliği üç yönden büyük önem taşımaktadır. Öncelikle,
Dünya'nın ısısını düzenlemeye ve dengelemeye yarar. İkincisi, canlıların
bedenlerinin ısı dengesinin mükemmel bir biçimde korunmasını sağlar. Üçüncüsü,
meteorolojik çevirimleri destekler. Tüm bu etkiler, olabilecek en yüksek
uygunlukta gerçekleşmektedir ve başka hiçbir madde bu yönd en su ile
karşılaştırılamaz. 1
SUYUN YÜZEY GERİLİMİ YAŞAMIN VAR OLMASI İÇİN ÖZEL AYARLANMŞTIR
Yüzey
gerilimi, sıvıların içindeki moleküllerin birbirlerini çekim kuvvetlerinden
kaynaklanır. Her sıvının yüzey gerilimi farklıdır. Suyun yüzey gerilimi,
bilinen diğer sıvıların hemen hepsinden daha yüksektir ve bunun çok önemli bazı
biyolojik etkileri vardır. Bitkilerdeki etki, bunların başında gelir.
Bitkilerin, hiçbir pompaları, kas sistemleri vs. olmadan, toprağın
derinliklerindeki suyu metrelerce yukarı nasıl taşıdıklarını düşündünüz mü? Bu
sorunun cevabı, yüzey gerilimidir. Bitkilerin köklerindeki ve damarlarındaki
kanallar, suyun yüzey geriliminden yararlanacak şekilde tasarlanmışlardır.
Yukarı doğru gidildikçe daralan bu kanallar, suyun yukarı doğru
"tırmanmasına" neden olurlar.
Bu üstün
tasarımı mümkün kılan şey, biraz önce belirttiğimiz gibi suyun yüksek yüzey
gerilimidir. Eğer suyun yüzey gerilimi diğer sıvıların çoğu gibi düşük düzeyde
olsa, geniş karasal bitkilerin yaşaması fizyolojik olarak imkansız hale
gelecektir. Elbette bitkilerin olmadığı bir ortamda insanların varlığından
bahsetmek de mümkün değildir.
Yüksek yüzey
geriliminin bir başka önemli etkisi ise, kayaların parçalanmasıdır. Su, yüksek
yüzey gerilimi nedeniyle, kayaların içinde bulunan küçük çatlakların en
derinliklerine kadar sızar. Daha sonra havalar soğur ve sular donar. Donup buza
dönüşen su, olağanüstü bir etki gösterip genleştiği için, kayaları zorlar ve
zamanla parçalar. Bu, kayaların içindeki minerallerin doğaya kazandırılması ve
aynı zamanda toprak oluşumu açısından hayati bir öneme sahiptir.
SUDAKİ KİMYASAL MUCİZE
Suyun tüm bu
fiziksel özelliklerinin yanısıra, kimyasal özellikleri de yaşam için olağanüstü
derecede idealdir. Bu özelliklerin başında, suyun çok iyi bir çözücü olması
gelir. Neredeyse tüm kimyasal maddeler, suyun içinde uygun bir biçimde
çözünürler.
Bunun yaşam
için çok önemli bir etkisi, suda çözünen sayısız yararlı mineral ve benzeri
kimyasalların, nehirler aracılığıyla denizlere aktarılmasıdır. Bu şekilde
denizlere, yılda 5 milyar ton kimyasal madde taşındığı hesaplanmaktadır. Bu
maddeler, sudaki yaşam için zorunludurlar.
Su,
neredeyse bilinen tüm kimyasal reaksiyonları hızlandırır (katalize eder). Suyun
bir başka kimyasal özelliği ise, kimyasal reaksiyonlara girme eğiliminin çok
ideal bir düzeyde olmasıdır.
Su örneğin,
ne sülfürik asit gibi aşırı derecede reaktif ve dolayısıyla parçalayıcı bir
bileşim, ne de argon gibi hiçbir reaksiyona girmeyen durgun bir maddedir. Prof.
Michael Denton'ın belirttiği gibi, "suyun reaksiyona girme düzeyi, onun
hem biyolojik hem de jeolojik görevleri açısından olabilecek en uygun
değerdedir". 2
Suyun kimyasal
özelliklerinin yaşam için uygunluğu, su hakkında yapılan her yeni araştırma ile
biraz daha detaylı bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Yale Üniversitesi'nden ünlü
biyofizik profesörü Harold Morowitz, bu konuda şu yorumu yapar:
Son
yıllarda, suyun daha önceden bilinmeyen bir özelliğinin anlaşılmasına yarayan
gelişmeler olmuştur. Bu özelllik (proton iletkenliği), sadece suya has bir
özellik olarak gözükmektedir ve biyolojik-enerji transferi ile hayatın kökeni
açısından çok büyük öneme sahiptir. Bilgilerimiz arttıkça, doğanın (yaşam için)
kusursuz uygunluğuna olan hayranlığımız da artmaktadır. 3
SUYUN AKIŞKANLIK DEĞERİ DE BELLİ BİR HESABA GÖREDİR
Sıvı
dendiğinde hepimizin gözünün önünde son derece akışkan bir madde canlanır. Oysa
gerçekte sıvıların akışkanlıkları birbirinden çok farklı olabilir. Örneğin
katran, gliserol, zeytin yağı ve sülfürik asit arasındaki akışkanlık farkları
çok yüksektir. Bu sıvılar su ile karşılaştırıldıklarında ise, ortaya çok daha
büyük farklar çıkar. Çünkü su, katrandan 10 milyar kat, gliserolden bin kat,
zeytin yağından yüz kat ve sülfürik asitten de 25 kat daha akışkandır.
Su, üstteki
karşılaştırmadan da anlaşıldığı gibi, çok yüksek bir akışkanlığa sahiptir.
Hatta, eter ve sıvı hidrojen gibi normal formu gaz olan maddeler bir kenara
bırakılırsa, suyun tüm sıvılar içinde akışkanlık değeri en yüksek madde
olduğunu söyleyebiliriz.
Peki acaba
suyun bu akışkanlık değerinin bizim için bir önemi var mıdır? Bu hayati sıvı,
biraz daha az ya da fazla akışkan olsa, bizim için fark eder miydi? Prof.
Denton bu sorulara şöyle cevap verir:
Eğer
akışkanlığı daha yüksek olsaydı, su, hayat için uygun bir temel olma özelliğini
kesinlikle yitirirdi. Örneğin akışkanlığı sıvı hidrojen kadar yüksek olsaydı,
canlıların yapıları, tahrip edici etkiler karşısında çok daha şiddetli
hareketlere maruz kalacaktı... Hassas moleküler yapıların su tarafından
desteklenmesi mümkün olmayacak, canlı hücresinin son derece hassas olan yapısı yaşamını
sürdüremeyecekti...
Öte yandan,
suyun akışkanlığı biraz daha az olsaydı, (proteinler, enzimler gibi)
makromoleküllerin ve özellikle mitokondri gibi özelleşmiş yapılar ile küçük
organellerin kontrollü hareketleri imkansız hale gelecekti. Aynı şekilde hücre
bölünmesi de imkansızlaşacaktı. Hücrenin tüm yaşamsal faaliyetleri fiili olarak
donacak ve bizim bildiğimize benzer bir hücre yaşamı mümkün olmayacaktı.
Hücrelerin embriyogenez (anne rahmindeki gelişim) sırasındaki hareket etme ve
sürünme yeteneklerine bağlı olan daha yüksek organizmaların gelişimi ise, suyun
akışkanlığının çok az bile daha düşük olması durumunda, kesinlikle
gerçekleşemeyecekti. 4
Suyun yüksek
akışkanlık değeri, bizim için hayati öneme sahiptir. Eğer suyun akışkanlık
değeri biraz bile az olsaydı, kanın kılcal damarlar yoluyla taşınması
imkansızlaşacaktı. Örneğin, karaciğerin karmaşık damar ağı hiçbir zaman
kurulamayacaktı.
Suyun
akışkanlık değeri, sadece hücre içindeki hareketler bakımından değil, aynı
zamanda dolaşım sistemi açısından da çok önemlidir.
Bir
milimetrenin çeyrekte birinden daha büyük bir vücuda sahip olan tüm canlılar,
merkezi bir dolaşım sistemine sahiptirler. Çünkü bu büyüklükten sonra,
besinlerin ve oksijenin "difüzyon" yoluyla, yani doğrudan hücre
içindeki sıvıya bırakılıp alınarak taşınması mümkün değildir. Vücudun içinde
çok sayıda hücre vardır ve dışarıdan alınan havanın ve enerjinin, hücrelere
birtakım "kanallar" yoluyla pompalanması, artıkların da başka
birtakım "kanallar" tarafından toplanması gereklidir. Bu kanallar,
damarlardır. Kalp ise bu damarlardaki akışı sağlayan pompadır. Damarların
içinde akan şey ise, "kan" olarak bildiğimiz sıvıdır ki, aslında
temel olarak sudan oluşur. (Kanın içindeki hücre, protein ve hormonlar
çıkarıldığında geriye kalan ve "plazma" adı verilen sıvının % 95'i
sudur.)
İşte bu nedenle,
suyun akışkanlığı, dolaşım sisteminin verimli çalışabilmesi açısından çok
önemlidir. Örneğin eğer suyun akışkanlığı katranınkine benzer bir değerde olsa,
elbette hiçbir kalp bunu pompalayamayacaktır. Katranınkinden 100 milyon kat
yüksek bir akışkanlık değerine sahip olan zeytinyağına benzer bir su bile, kalp
tarafından pompalansa dahi, vücudun her tarafını kaplayan milyarlarca kılcal
damarın içine giremeyecek ya da çok büyük bir akış zorluğu ile karşılaşacaktır.
Bu kılcal
damarlar konusunu biraz daha yakından ele alalım. Kılcal damarların amacı,
vücudun dört bir yanındaki hücrelerin her birine gerekli oksijen, enerji,
besin, hormon gibi maddeleri taşıyabilmektir. Bir hücrenin bir kılcal damardan
yararlanabilmesi için de, ondan en fazla 50 mikronluk bir mesafe kadar uzak
olması gerekir. (Bir mikron, milimetrenin binde biridir.) Daha uzakta kalan
hücreler, beslenemeyerek öleceklerdir.
İşte bu
nedenle insan vücudu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, kılcal damarlar vücudun
her bir parçasını ağ gibi sarar. Vücudumuzdaki ortalama 5 milyar kılcal damarın
toplam uzunluğu 950 km.'yi bulur. Bazı memelilerde, tek bir santimetrekarelik
bir kas alanı içinde, 000 tane açık kılcal damar yer alır. Eğer insan vücudunun
en küçük kılcal damarlarının 10 bin tanesini yan yana getirirsek, toplam
kalınlıkları ancak bir kurşun kalemin kurşun kısmı kadar olur. Bu kılcal
damarların çapı, -5 mikron arasında değişir. Bu, milimetrenin binde üçü ya da
beşi demektir. 5
Ancak
elbette kanın bu kadar daracık damarlar arasında tıkanmadan ve ağırlaşmadan
hareket edebilmesi, suyun yüksek akışkanlığı sayesinde mümkün olmaktadır. Prof.
Michael Denton, bu akışkanlığın birazcık bile daha düşük olması durumunda
hiçbir kan dolaşımı sisteminin işe yaramayacağını şöyle anlatır:
Bir kılcal
damar sistemi, ancak kanalların içine pompalanan sıvının yüksek bir
akışkanlığa sahip olması durumunda çalışır. Yüksek akışkanlık çok önemlidir,
çünkü sıvının damar içindeki hareketi, sıvının akışkanlığına doğru orantı ile
bağlıdır... Buradan açıklıkla görmek mümkündür ki, eğer suyun akışkanlığı
sadece birkaç kat daha fazla olsa, kılcal damarlardaki kan akışı için çok büyük
bir pompalama basıncı gerekecek ve herhangi bir kılcal damar sistemi işlemez hale
gelecektir.
Eğer suyun
akışkanlık değeri biraz az olmuş olsa ve en küçük kılcal damarın çapı mikron
yerine 10 mikron olmak zorunda kalsa, bu kılcal damarlar, yeterli oksijen ve
glikoz oranını ulaştırabilmek için (beslemeleri gereken) kas dokusunun neredeyse
tamamını kaplayacaklardır. Açıktır ki, (bu durumda) geniş yaşam formlarının
dizaynı imkansız hale gelecek ya da olağanüstü derecede sınırlanacaktır.
Dolayısıyla, suyun hayata uygun bir temel olabilmesi için, akışkanlığının şu
anda sahip olduğu değere çok çok yakın olması, zorunludur. 6
Bir başka deyişle, suyun tüm diğer özellikleri gibi
akışkanlığı da, yaşam için olabilecek en ideal değerdedir. Sıvıların
akışkanlıkları arasında milyarlarca kat farklılıklar vardır. Ama su, bu
milyarlarca farklı akışkanlık değeri içinde tam olması gereken değerle
yaratılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder