24 Aralık 2014 Çarşamba

Başkentlik İstanbul'dan Niçin Alındı ?



Başkentlik İstanbul'dan niçin alındı ?

“İstanbul, Şark-ı Roma’nın bin yüz, Saltanat-ı Osmaniye’nin beş yüz senelik payitahtı, Cumhuriyet-i seniyenin merkezi olamaz.”



Osmanlı devletinin başkentinin İstanbul’dan Anadolu içlerine taşınması gerektiği fikrini ilk olarak gündeme getiren Osmanlı ordusunda 16 yıl hizmet etmiş Mareşal Von Der Goltz Paşaydı. II.Meşrutiyet sonrasında bir askeri şura toplantısında şöyle diyordu:
 “Başkenti İstanbul’dan Anadolu’ya örneğin Konya’ya nakledin, çünkü İstanbul çalışmaya, iş görmeye elverişli bir yer değildir. Doğa, cenneti yeryüzüne indirmek istemiş ve İstanbul’u seçmiş, o Boğaziçi, o Çamlıca, o Adalar, cana can katar. Günün yarısı yolda geçer kalanı da ziyaretçilerinizle” derken İstanbul’un stratejik yönden başkent olmaya elverişli olmadığını söylüyor ve “ulaştırma yollarının uçlarında ve sonlarında başkent olmaz. Ortasında bir başkent arayın” diyordu.  Von Der Goltz Paşanın bu görüşü özellikle 1912 yılında Bulgar ordusunun Çatalca önlerine kadar gelmesiyle daha ciddi bir şekilde tartışıldı. Bulgar ordusunun İstanbul’a dayandığı günlerde Avrupa basınında da bu konu ile ilgili haberler çıkmış İstanbul gazeteleri de bu tartışmaya katılmıştı. Örneğin Vazife gazetesi başyazarı   Ferit Bey “üç taraftan tehlikeye maruz bir noktada payitaht kurulamaz” “Millet ve memleketin selâmeti için başkentin vatanın merkezine ve milletin kalbine kurulması gerekir” diyecekti.
Osmanlı devletinin son yıllarında gündeme gelen bu konu I.Dünya savaşı sonrası İtilaf devletlerinin İstanbul’u işgal etmesi ile farklı bir boyut kazandı. İşgal altındaki İstanbul’da itilaf devletlerine karşı  yeterli bir mücadele verilemeyince  direnişin/mücadelenin merkezi Anadolunun ortasında bulunan  Ankara şehri oldu.
Ankara şehrinin geçmişi
Eski bir geçmişe sahip Ankara bir zamanlar Ahili teşkilatının ve ticaretin merkezlerinden biriydi. 17.ve 18.yüzyıllarda 100 bin nüfuslu bir ticaret şehri olan Ankara 19.yüzyıla gelindiğinde ise büyük bir gerileme içine girmiş nüfusu 26 bine kadar düşmüştü.Nüfusun azalmasında susuzluk ve kıtlığın büyük etkisi olmuştu. 1917 yılında kentteki yangın zaten gerilemiş olan Ankara’yı daha da küçük bir kent haline getirmişti.
Mustafa Kemal Paşa ve Milli mücadeleciler Ankara’ya geldiklerinde-1919- Ankara’nın merkez ilçesinde 4 000 Türk,1700 Katolik Ermeni,150 Gregoryan Ermeni,350 Rum ve 50 Yahudi ailesi yaşamaktaydı.  Yangın yeri olarak nitelenen Ankara bu yıllarda yıkılmış,yakılmış bir enkaz şehir olarak göze çarpıyordu. Buna karşın 23 Nisan 1920’de TBMM’nin burada açılması ile sivil -asker bürokrat ve aydınların buluştuğu bir merkez haline geldi.
Ankara gerçekten de bir enkaz şehri andırıyordu. Zaman zaman kaçılan bu şehri Falih Rıfkı Atay Çankaya adlı eserindeki şöyle tasvir edecekti: “(1)923’te Ankara’ya geldiğimiz vakit, bağ evleri ile müstesna, Hıristiyan mahallesinden eser yoktu. Trenden inince iki taraflı bir bataktan, ağaçsız bir mezarlıktan, kerpiç ve hımış esnaf barakaları arasından geçerek tozuması bir türlü bitmeyen bir yangın yerine sapardık. Şimdi geri bir Anadolu kasabasının bile o günkü Ankara kadar iptidai olduğunu sanmıyorum… Ankara, İstanbul surları dışındaki bütün Türkiye’nin sembolü idi. Ermeniler ve Rumlarla beraber hayat ve ‘umran’ denecek ne varsa hepsi sökülüp gitmişti….. Gündüzleri Meclis’ten başka vakit geçirecek yer yoktu. Akşamları Mustafa Kemal tarafından çağrılmaya can atardık. Eğer davetli değilsek,Meclis’in yakınındaki aşçı dükkânının içki içebildiğimiz köşesinde toplanırdık.Men-i müskirat (içki yasağı) kanunu yürürlükte idi. İçkimizi polis müdürünün adamlarından temin ederdik. Bunun adı da ‘Dilaver suyu’ idi. ... Ruslar devamlı otururlar, öteki yabancılar ara sıra gelir ve hemen dönerlerdi.... Eşek yerli halkın başlıca nakil vasıtası olmakta devam ediyordu....
 Dairelerde, ancak aç kaldıkları için İstanbul’u bırakan memurlar vardı. Bir siyasi hırsları ve heyecanları da olmadığından bunlar büsbütün bedbaht kimselerdi. Beş on memurun bir tek kerpiç odaya sığındığı olurdu....Tek avuntu, arasıra İstanbul’a kaçmak!...Sabahleyin kalkar, öğle yemeğini Polatlı, akşam yemeğini Eskişehir istasyonunda yer, geceyi rahatsız kompartımanlarda geçirir, ertesi sabah Kocaeli’nin yeşil tabiatını ve körfezin mavi sularını görünce, ölmüşken dirilmişe dönerdik.”
 Hükümet merkezi neresi olmalıdır?
Mecburen bulunulan ve zaman zaman da kaçılan bu şehrin kaderi ise Kurtuluş savaşının nihayete ermesinden sonra değişti. Lozan görüşmeleri sürerken Mustafa Kemal Paşa 17/18 Ocak 1923 tarihinde İzmit Kasrı’nda İstanbul’un önde gelen gazetecileri ile yaptığı toplantıda, Suphi Nuri (İleri) Bey’in sorusu üzerine “Hükümet merkezi neresi olmalıdır? Düşündük. Bendenizce iki nokta-i nazardan tetkikat yapmak icabeder. Biri her nevi taarruz ve tecavüze karşı yerinden kıpırdamayarak kuvvet ve sükunetini muhafaza edecek bir yer olmalı....Yoksa bir geminin topundan telaşa düşebilecek bir yerde hükümet merkezi olmaz. İkincisi:Hükümet merkezi öyle bir yerde olmalı ki hükümet nazarını memleketin bütün muhitlerine müsavi surette atfedebilsin....Herhalde bir çok sebepler Hükümet Merkezinin (Ankara-Kayseri-Sivas)müsellesi (üçgeni) dahilinde bir noktada olmasını icap ettiriyor. Bumüsellesin bir re’sinde (noktasında) bulunan Ankara pek âlâ merkez olabilir. Esasen hadisat (olaylar) da orasını merkez yapmıştır.” Diyecekti.
Ankara’nın artık büyük çoğunluk tarafından Yeni Türkiye’nin merkezi olarak görülmekteydi. Bununla alakalı adım ise Lozan antlaşması sonrasında 9 Ekim 1923’te atıldı. İsmet İnönü ve 13 milletvekilinin imzası ile Ankara’nın başkent olması meclise teklif edildi. Teklifin gerekçeleri şunlardı: Lozan tahliye protokolünden sonra işgal altında toprak kalmamış ve ülke bütünlüğü sağlanmıştır. Türkiye’nin idari merkezinin belirlenme vakti gelmiştir. Lozan antlaşmasında boğazlarla ilgili alınan kararlar nedeniyle ( Boğazlar komisyonunun kurulması ) idari merkezin Anadolu’nun merkezinde olması gerekmektedir. Teklif 13 Ekim1923’te TBMM’de yapılan genelkurulda kabul edildi ve Ankara Türkiye’nin başkenti oldu.
‘Anadolu İstanbul’u kurtardı’
Meclisteki görüşmeler sırasında Celal Nuri Bey şöyle diyordu; “Biz Ankara’nın yazın tozuna, kışın çamuruna tahammül etmeliyiz ki, Anadolu ‘nun bütün levazım ve ihtiyacatını anlıyabilelim. Ve ona göre derdine devasız olalım” “Bir hükümet, hususiyle vatanın asıl parçalarının en büyüğü, yüzde doksan beşi Anadolu’da olursa ve o hükümetin merkezi İstanbul’da bulundukça Anadolu’yu biraz güçlükle düşünür.”
Başkent meselesi parti grubunda karara bağlandıktan sonra 12 Ekim günü İleri gazetesinde Celal Nuri (İleri ) imzasıyla “Ankara,Makar”başlıklı yazıda Celal Nuri meclisteki ifadelerinin dışında Ankara’nın niçin başkent olması gerektiği ile ilgili bir de şunu söylüyordu:
 “İstanbul, Şark-ı Roma’nın bin yüz, Saltanat-ı Osmaniye’nin beş yüz senelik payitahtı, Cumhuriyet-i seniyenin merkezi  olamaz.” “İstanbul,  son mücadelede, Anadolu’yu kurtaramadı ve verdi. Anadolu ise o elim  zamanlarda hem kendini hem de İstanbul’u istirdat etti (geri aldı)…  İstanbul’daki hükümetler daima ve daima payitaht müdafaasını düşünmüşlerdi… İstanbul’un merkeziyetine mani olan sahilde bulunması  değildir…” sözleriyle başkentliğin İstanbul’dan alınmasının bir diğer gerekçesini  ifade etmişti.
Ankara’nın başkent oluşu İstanbul’da büyük bir tepki ile karşılandı ve bu durum gazetelere yansıdı. Ancak İstanbul’un tepkisine Ankara’nın resmi çevrelerinin bakış açısını yansıtan Hakimiyeti Milliye gazetesinde  daha sert bir karşılık verilerek İstanbul’a büyük suçlamalar yönelten bir yorum yayınlandı:
“Yoğun bir milli yapının feyz dolu tesirlerinden mahrum, binbir lisanla konuşan, damarlarında binbir kan dolaşan, kafalarında binbir zihniyet, kalplerinde binbir temayül taşıyan Babıli (halitası) karışıklığı ile kuşatılmış İstanbul hükümeti hiçbir zaman hiçbir vakit, Anadolu’yu Anadolu ahalisini benimsememiş, mütemadiyen tesiri altında kaldığı levanten ruhunun telakkiyatı ile Anadolu’yu ve ahâlisini bir yecucu mecuc beldesi telakki eylemiş, onunla halkını yalnız cebir ve zulüm icrası, varını yoğunu elinden alması niyeti ile icra eylemiş ve geri kalan diğer bütün hareketleri ile bu beldeyi bütün cihandan ayırmak için elinden geleni yapmıştır…”
Ömer Aymalı / Tarih Dosyası / Dünya Bülteni

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder