28 Aralık 2014 Pazar

Dilimizin Ardında Asırları Aşan Bir Medeniyet Var!

Günümüzde, herhangi bir yabancı dil sanılarak dışlanan Osmanlıca aslında asırları asan bir medeniyetin taşıyıcısından başka bir şey değildir. Türkçeye girmiş her kelimenin ardında asırlarca yazılıp okunmuş binlerce kitap, binlerce yazar ve âlimin olduğunu unutmamak gerekir...
EYÜP ÇOLAK Osmanlı'nın Türkçesi Yahut Türkçenin Osmanlısı Osmanlı Türkçesi; Batı Türkçesi'nin, Eski Anadolu Türkçesi devriyle günümüz Türkiye Türkçesi devri arasındaki dönemine yani 15. asrın başlarından 20. asrın başlarına kadar devam eden devresine verilen isimdir. Bu dönemde teşekkül eden dile -yanlış yorumlamaya sebep olacak bir kullanımla"Osmanlıca" da denilmektedir. Fakat Osmanlıca müstakil bir lisan değil, Türkçenin söz konusu devirlerini ifade eden bir terimdir. Osmanlı Türkçesi, Türkçenin gelişmesinde tarihî bir devre olup, devlet sınırları içinde gelişme göstermiştir. İfade gücü de devletin heybet ve ihtişamına paralel olarak zenginleşmiştir. Dilin bu şekilde bir gelişme göstermesini, biraz da Türkçenin, ihtiyaç duyduğu dil malzemesini kendi içinde bulamayınca, onu aynı kültür dairesi içinde bulunan öteki dillerden temin etme ve üç dilin imkânlarından yararlanma yolunun bir sonucu olarak değerlendirmek gerekir. Bu bakımdan Osmanlı Türkçesi, ortak İslam medeniyetine ait birtakım kelime ve terkipleri Türkçenin doğal kelime ve terkipleri gibi kullanmış ve bunların birçoğu doğal olarak Türkçeleşmiştir. Bu dille yalnızca edebi eserler değil, bir milletin beş yüz yıllık tarihi boyunca sosyal hayatının her alanına (edebiyat, tarih, tıp, hukuk, iktisat vs.) ait binlerce eser meydana getirilmiştir. Osmanlı Türkçesi devri Türkçenin hızlı bir yükselişe geçtiği ve dilimizin "medeniyet dili" hüviyetini kazandığı bir dönemdir. Denilebilir ki Osmanlı Türkçesi, Türkçede yerli dil ustaları tarafından çeşitli kültürlerden malzeme alınarak -fakat kesinlikle Türk ocağında- pişirilen/millileştirilen kelimelerin halka sunulduğu bir "lisan fırını" gibidir. Nitekim Türkçenin yazı dili olarak kısa zamanda tekâmül etmesi, yeryüzündeki lisanlar arasında ifade kabiliyeti ve estetik açıdan (fesahat ve belagat) en önde gelen lisanlardan biri haline gelmesi bunun ispatıdır. Bilindiği gibi Türk milleti göçebe bir toplumdu; haliyle sözlü kültür gelişmekle beraber yazılı kültür/ edebiyatımız pek gelişmiş değildi. Fakat bazı kasıtlı çevrelerin iddia ettiği gibi hiç yok da değildi. Nitekim Orhun Abideleri bunun delilidir. İslamiyet'le beraber hızla yükselen yazılı kültür çok mühim eserler ortaya koydu. Burada şunu da belirtmek,gerekir sözlü kültürün zengin olması bunların yeni bir kültürle/ inançla yazıya bu kadar seri aktarılmasında tesirli olmuştur. Tabiri câizse "ârif' olan Türk milleti, Karahanlı, Selçuklu ve bilhassa Osmanlı'yla birlikte artık gerçek manada "âlim" bir millet olduğunu da göstermiştir. Alimliğin en önemli alâmet-i fârikası ise lisandır. Dilini iyi bilen yani okuduğunu anlayabilen okuduğu şeylerin neye delâlet ettiğini bilen bir kişi ilmi derinlemesine öğrenebilir. "Gönüller ancak açık Türkçeden haz alır." Yazı olarak Türkçenin bu ince ve asil ruha ayak uydurabilmesi için yoğun bir işçiliğe ihtiyacı vardı. İşte bu dönem, Osmanlı Türkçesi dediğimiz döneme tekâbül etmektedir. Türkçenin bir lisan için kısa denilebilecek bir zamanda tekâmül etmesi ve "fasih ve beliğ" vasıflarını elde edişi elbette tesadüfen gerçekleşen bir durum olamazdı. Bu durum hakikaten bir emeğin ve şuurlu bir gayretin mahsulüydü. Osmanlı padişahlarının, devlet adamlarının ve şairlerinin Türkçeye karşı olan hassasiyeti bilinmektedir. Kuruluşundan itibaren padişahlar âlimlere ve şairlere kıymetli ve faydalı eserleri tercüme ettirmiş ve bu eserlerin halk tarafından okunmasını devamlı teşvik etmişlerdir. Özellikle Sultan İkinci Murad zamanında ilim ve sanatta mühim hamleler yapılmış, halkın talim ve terbiyesi için kıymetli eserler tercüme edilmiştir. Sultan İkinci Murad bu işleri yakından takip etmiş hatta halka ağır gelebileceğini düşündüğü bir dille yapılan tercümeleri de aslına sadık kalarak sadeleştirilmesi için emir vermiştir. Buna bir misâl olarak: "Kâbusnâme" mütercimi Mercimek Ahmed'in bu eserin önsözünde bildirdiğine göre Sultan İkinci Murad, kendisine bu kitap hakkında şunları söylemiştir: "Hoş kitabdur ve içinde çok fâideler ve nasihatler vardur ammâ Fârisî dilindedür. Bir kişi Türkî'ye terceme etmiş velî rûşen değül, açuk söylememiş. Eyle olsa hikâyetünden halâvet bulamazuz. Velâkin bir kimse olsa ki kitabı terceme etse. Ta ki mefhûmundan gönüller haz alsa" ("Kıymetli kitaptır ve içinde çok faydalı nasihatler vardır ama Farsçadır. Bir kişi Türkçeye tercüme etmiş; fakat açık söylememiş. Öyle olunca anlatımından zevk bulamıyoruz. Lâkin bir kimse kitabı tercüme etse de mefhumundan gönüller haz alsa") Yine İkinci Murad Han'dan başlayarak, Osmanlı sultanlarının, bizzat Türkçe şiirler söyledikleri de çok iyi bilinir. O kadar ki Osmanlı hükümdarları, Arzuhalciler  sade Türkçeyi hemen bütün tarihleri boyunca hem kendi şiirlerinde kullanmış hem de şâirlerinin böyle bir Türkçe ile şiir söylemelerinden keyif almışlardır. Sultan ikinci Murad'ın "Gönüller ancak açık Ti'ırkçeden haz alır." kanaati, bu ailenin bütün lisan anlayışına hâkim bir ifade sayılabilir. İşte bu çeşit hamlelerle bir taraftan halk eğitiliyor diğer taraftan da yüksek bir yazılı kültürün temelleri atılıyordu. Atılan bu temeller Fatih Sultan Mehmed Han zamanında çok güzel meyveler vermeye başladı. Ahmedî'nin, Ahmed Paşa'nın, Necâti'nin eserleri bunlardan ilk akla gelenleridir. Saray Dili Halktan Kopuk Değildi Osmanlı saray ve çevresinin sanat ve edebiyatla bu kadar ilgili olması kültür dünyamız açısından mi'ısbet neticeler vermiştir. Yukarıda ve önceki misallerde de açıkça görülüyor ki Osmanlı'da saray ve çevresi -bazı kasıtlı güruhun iddia ettiği gibi- halktan kopuk, kimse tarafından anlaşılmayan bir dille konuşmuyordu. Aksine mümkün mertebe sadeliğe ehemmiyet veriliyordu.Yine bu saraylarda kurulan ilim ve sanat meclislerinde ise yüksek bir kültürün mahsulü olan bir lisanla konuşulmuş ve sohbetler edilmiş, müzakereler yapılmıştır. Bunun olması gayet tabii hatta yüksek bir kültür ve medeniyet sahibi olabilmek için zaruridir. Bunların halk tarafından anlaşılamaması normal bir hadisedir. Bunu şu şekilde daha anlaşılır bir hale getirebiliriz. Çiftçilikle uğraşan bir vatandaşa nasıl bu mesleğini icra etmek için bu işle ilgili araç-gereç lazımsa, işi şiir olan, edebiyat olan şâirlere, sanatçılara, mütefekkirlere de kelam yani kelimeler lazımdır. Çünkü mütefekkir/sanatçı kelimelerle düşünür; yeni ufukları ancak kelimelerle keşfeder, kendine mensup olduğu milletin değerleriyle yeni bir dünya kurar ve o dünyaya ziyaretçilerini (okurlarını) bekler. Bu ancak kendi dilini çok iyi bilmesi ve dilinin imkânlarını zorlamasıyla mümkün olur. Bu yüksek kültür dilinin herhangi bir vatandaş tarafından anlaşılmaması da ayrıca bir problem teşkil etmez. Bu durum hakir görme meselesi de değildir.Osmanlı döneminde yayınlanan "Çocuk Dostu" isimli çocuk mecmuasından bir sayfa > Sultan ikinci Murad zamanında ilim ve sanatta mühim hamleler yapılmış, halkın talim ve terbiyesi için kıymetli eserler tercüme edilmişti. Osmanlı devrine ait yazışmalar Avrupaî edebiyatın kök salmasını sağlamak için, eski Türk edebiyatını lekelemek hatası, Tanzimat devrinde başlamıştır. Her türlü ciddi tetkik, bilgi ve tenkit değerlerinden mahrum bu "Tanzimat yıkıcılığı", bugün daha başka maksatlarla devam edip gitmektedir. En basitinden; Tanzimat dönemindeki Fransızca istilası bugün yerini İngilizceye bıraktı. Bütün bunların üstüne ülkemizdeki tasfiye ve uydurmacılık şuursuzluğu eklenince korkunç bir tablo ortaya çıkmıştır. İçinde bulunduğumuz, derin milli kültür buhranının kökü, bu eski hatalardadır. Osmanlı şairleri iddia edildiği gibi Türkçeyi kötüleyip terk etmemişler, aksine Türkçeye sahip çıkmışlardır. Buna birçok misal verilebilir. Fakat biz hem edebiyatımızın zirve şahsiyetlerinden olması hem de yukarıda bahsedilen kasıtlı güruhun, iddialarını ispatlamak için en çok karaladığı Divan edebiyatı şairlerimizden birisi olması sebebiyle Fuzûlî'den misal verelim. "Hadîkatiı'sSu'adâ" adlı eserinin önsözündeki rubaisinde Fuzûlî, Türkçe ve Türkçe söyleme hassasiyetini şu duasıyla ifade etmektedir: "Ey feyz-resân-ı Ar ab u Türk ü Acem Ettin Arab'ı efsah-ı ehl-i âlem Kıldın fusahâ-yı Acem'i Isî-dem Men Türk-zebândan iltifât eyleme kem" (Ey, Arap, Acem ve Türk milletlerine feyiz veren Allah'ım! Sen, Arap kavmini dünyanın en fasih konuşan milleti yaptın! Acem fasihlerinin sözlerini ise, Avrupaî edebiyatın kök salmasını sağlamak için, eski Türk edebiyatını lekelemek hatası, Tanzimat devrinde başlamıştır. Her türlü ciddi tetkik, bilgi ve tenkit değerlerinden mahrum bu "Tanzimat yıkıcılığı", bugün daha başka maksatlarla devam edip gitmektedir. Ben Türküm ve Türkçe söylemek istiyorum! Allah'ım benden iltifatını esirgeme!) Fuzûlî'nin gerçi Arapça ve Farsça divanı ve bu dillerle daha başka eserleri, elbette vardır. Fakat bu şair, en çok sayıda, en güzel ve en üstün eserlerini, mensup olduğu milletin diliyle vermiş; bunda tam bir milli hassasiyet göstermiş ve bir milli haysiyet gözetmiştir. Bununla birlikte Osmanlı gibi yüksek bir medeniyete sahip toplumun edebiyatında yoğun, anlaşılması bilgi birikimi isteyen eserlerin/ şiirlerin olması tabiidir. Nihad Sami Banarlı bu durumu şu şekilde açıklar: "Türk Divan Edebiyatı'nın şiir dili, umumiyetle iki türlüdür: Biri, şairlerin, İslam felsefesi, hikmet, tasavvuf, mitoloji, kimya, astronomi ve çok iyi bildikleri diğer İslamî ilimlerle zengin İslam medeniyeti kültürüyle söyledikleri, kültür ve tefekkür şiirinde kullandıkları lisan. Bu dil, pek tabii olarak, İslam medeniyetinin ortak kültür lisanından alınmış kelime ve terimlerle yüklüdür. Tıpkı, yüzyıllar boyu olduğu gibi ve bugün de birtakım ilim eserlerini Latince yazan veya Latince köklerden yeni bilim terimleri türeten Avrupa akademik camiasının kullandıkları dil gibi.Türkçenin Ardında Asırları Aşan Medeniyet Vardır! Osmanlı Türkçesi'nin arkasında asırları aşan bir medeniyet vardır. Türkçeye girmiş her yabancı kelime, ecdadımızın değer verdiği yüzlerce kitaptan aktarılmıştır. Hüküm verirken, bu dilin arkasında asırlarca mayalanmış bir medeniyetin var olduğunu unutmamak; bu çevre içerisinde yüzyıllarca yaşayan insanların duygu, düşünce ve davranış tarzını kavramak ve özümsemek gerekir. Tarihini bilmek, ecdadını tanımak, kültür ve medeniyetimizi yeniden zirveye taşımak için Osmanlı Türkçesi'ni öğrenmek ve kültür hazineleriyle bağlarımızı yeniden kurmak durumundayız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder