Babası : Sultan Abdülmecit
Annesi : Tir-i Müjgân Sultan
Doğumu :
21 Eylül 1842
Vefatı
: 10 Şubat 1918
Saltanatı :
31 Ağustos
1876- 27Nisan1909
Osmanlı
Padişahlarının otuz dördüncüsü ve İslam halifelerinin doksan dokuzuncusu olan
II. Abdülhamit Han 1876 yılında Osmanlının siyasi, ekonomik ve toplumsal yönden
çöküntü içerisinde olduğu buhranlı bir dönemde devletin başına geçmiştir.
Dirayetli ve
liyakatli bir lider olan Abdülhamit Han, yirmi dört saat içinde iki defa yemek yer, içecek olarak
ta yalnızca saf su içerdi. Günün on sekiz saatini devlet işlerine ayırır, dört
saat kadar uyku uyurdu.(john luis, sabuncu a.g.e, s:14-15). Hiçbir evrak’a
abdestsiz imza atmazdı.(mabeyn başkatibi esat bey hatıraları). Başta kaldığı
otuz üç sene zarfında, devlet bir karış dahi toprak kaybetmemiştir. Siyasi bir
deha olan hükümdar imzalarla ve ince fikirleriyle devleti idare etmiştir.
Sultan Abdülhamit Han, inanılmaz bir zeka, insanı şaşırtan bir azim ve yorulmak
bilmeyen faaliyetleri ile Türk Milletine ve Memleketine unutulmaz hizmetler de
bulunmuştur. Ünlü Alman Prensi Bismark’a göre: Akıl yüz gramdır ; bunun doksan gramı Abdülhamit Han’da , beş gramı
kendisin de, beş gramı da diğer siyasilerdedir.
Otuz bir mart vakasında hareket ordusu da denilen ittihat terakki ordusu,
İstanbul’a hiçbir zorlukla karşılaşmadan girdi. Eğer ülkenin en mükemmel ordusu
olan birinci orduya karşı koyma emri verilseydi, hareket ordusu anında yok edilebilirdi.
Fakat Abdülhamit Han; “Ben Müslümanların halifesiyim, Müslüman’ın Müslüman’ı
kırmasına razı olamam” demiştir ve ısrara rağmen birinci orduya müdâfaa içinde
olsa emir vermemiştir. Ender bir siyasetçi olan Abdülhamit Han aynı zamanda çok
merhametli bir karaktere sahipti. Padişahlığı döneminde hak edilmesine rağmen
kimseyi idam ettirmemiş, sürgüne gönderdiği kişilere de maaşlarını vermiştir.
İngilizlerin 1900’lü yıllarda hariciye vekilliğini yapmış olan, Edward Grey,
Osmanlılar aleyhinde en çok gayret sarf edenlerden biri olmasına rağmen Sultan
Abdülhamit’in vefatından sonra, “Ne
büyük kayıp! Hasmımdı,ama onun ölümüyle diplomasi mesleği artık zevkini kaybetti”, demiştir. Diplomasi
mesleğini ustalıkla yürüten hükümdar jeopolitik bilgisiyle de, devrinin
siyasetini mülahaza ederek ileriye dönük isabetli tahminler yapabiliyor ve
kararlar alıyordu. Örneğin İngiltere’nin, Rusya’nın Orta doğuya sarkmasını
önlemek amacıyla kuvvetinden ümidini kestiği Osmanlı Devletinin yerine Doğu
Anadolu da, kendisine bağlı bir Ermeni prensliği kurmak niyetinde olduğunu
düşünerek, ne doğuda Ermenilere nede Osmanlının borçlarını ödeme vaadi vererek
Filistin de bir devlet kurmak isteyen Yahudilere fırsat vermemiştir. Devletler arası
denge politikasını izleyen hükümdar, yakında bir kıvılcım kopacağını ve dünya
savaşı olacağını tahmin ederek Osmanlıyı bu savaşa hazırlamaya çalışmış, denge
politikasını da yalnızca bu savaşta yanlız kalmamak ve galip gelmek adına
uygulamıştır.
Saltanatı boyunca; Büyük devletlerin telkinleriyle
yapılacak ıslahatın, memleketin o bölgesinin devletten kopması demek olduğu
tezini savunarak, Avrupa’nın tamamen desiseden ibaret olan yapmacık
fikirleriyle hareket etmemiştir. Hükümdarlığı dönemince büyük bir azim ve
gayretle devleti ve milleti için çalışan Abdülhamit Han, 7 rebiu’l-ahir 1327
(28 nisan 1909) Salı günü, Elmalılı Hamdi Yazır’ın, yazmış olduğu fetvayla ki,
bu fetva meclisi mebusan da okunmuş ve Ermeni, Yahudi ve de Rum
milletvekillerinin de oylarıyla kabul edilerek hal edilmiştir. Tuhaftır ki,
Abdülhamit Hana hal kararını tebliğ için gelenlerin hiç biri Türk değildi.
Bunlar; Yahudi Emanuel Karasu, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram efendi ve
padişahın uzun seneler yâverliğini yapmış karışık soydan biri olan Arif Hikmet
paşa idiler. Vatansever ve münevver bir kişiliğe sahip olan Abdülhamit Han hal
kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu mâbeyn başkâtibi Cevat beye sorup
öğrenince haklı olarak şu sitemkâr sözleri söyledi: “BİR TÜRK PADİŞAHINA VE İSLAM HALİFESİNE HAL KARARINI BİLDİRMEK İÇİN
,BİR YAHUDİ,BİR ERMENİ, BİR ARNAVUT VE DE BİR NANKÖRDEN BAŞKASINI
BULAMADILARMI?.
VE BİR HATIRA
Mehmet Âkif
bir yaşlı zâtı anlatıyor: Sultan Ahmet camiine gidiyorum her sabah ne kadar
erken gidersem gideyim mihrabın bir kenarında saçı sakalı bembeyaz olmuş
ihtiyar bir adam ümitsizce bedbin durmadan ağlıyor. O kadar ağlıyor ki ağlamadığı
tek dakikayı yakalayamadım. Nihayet bir gün yanına sokuldum. Muhterem dedim, Ah
Efendim dedim, Allah’ın rahmetinden bir insan bu kadar ümitsiz olur mu? Niye bu
kadar ağlıyorsun? Bana “Beni konuşturma” dedi, “kalbim duracak”. Ben çok ısrar
edince ağlaya ağlaya anlattı.
Dedi ki : “Ben Abdülhamit Cennet mekânın devrinde bir binbaşıydım orduda. Bir birliğim vardı benim de. Annem babam vefat edince, servetimiz vardı payimar olmasın diye sadarete bir istifa dilekçesi gönderdim. Dedim ki annem babam vefat etti falan yerdeki mağazalarımız, filan yerdeki gayri menkullerimiz... bunlara nezaret edecek bir nezaretçiye ihtiyaç vardır. İstifam kabul buyurulursa, istifa etmek istiyorum. Biraz sonra bana doğrudan doğruya hünkârdan bir yazı geldi, istifan kabul edilmedi. Öyle anlaşılıyor ki istifa dilekçem padişaha gönderilmişti. Ben bir daha dilekçe verdim yine aynı cevap geldi. Bizzat çıkayım huzuruna şifa-i olarak görüşeyim, bu celâdetli padişah cidden çok celadetli (yiğitlik, kuvvet ve şiddet). Ben yaveriyle uzun zaman bir yerde kaldım. Tuhaf gelir size nasıl sen kaldın diyeceksiniz? Yaşlı yaveriyle uzun zaman bir yerde kaldım, Abdülhamit faytonda giderken faytonun sağındaki solundaki nefes almaya bile korkarlardı, derdi. Medet Efendi. Allah rahmet etsin evliyaullahtan bir zâttı. Ben bizzat o celâdetli, haşmetli padişahın huzuruna çıktım. Hünkârım dedim. İstifamın kabulünü rica edeceğim dedim. Durumumuz budur dedim. Derin derin biraz düşündü. İstifa etmemi istemiyordu, yüzünün halinden belliydi. Israrıma da dayanamadı, öfkeli bir edayla, elinin tersiyle beni iter gibi “Haydi istifa ettirdik” dedi seni. Ben döndüm sevinerek geldim işimin başına.
Gece âlem-i manada orduların teftiş edildiğini gördüm. Gördüm ki son savaşı vermek üzere şarkında ve garbında savaşan orduları bizzat Rasul-i Ekrem teftiş ediyor. Efendimiz (SAV) yıldızın önünde duruyordu. Bütün Türk ordusu Aleyhissalâtu Vesselam’a teftiş veriyordu. Osmanlı padişahlarının ileri gelenleri vardı. Abdülhamit de edeple, kemerbeste-i ubudiyetle kâinatın Fahr’ının arkasında duruyordu. Bütün ordular geçti. Derken benim birlik geldi; başında kumandanı olmadığı için darma dağındı. Efendimiz döndü Abdülhamit’e dedi ki “Abdülhamit! Nerede bu ordunun kumandanı?”, Abdülhamit “Yâ Rasulallah!, çok istedi, ısrar etti, istifa ettirdik.”. Efendimiz “Senin istifa ettirdiğini, biz de istifa ettirdik” buyurdu. Ben ağlamayayım da kim ağlasın !?..”
Dedi ki : “Ben Abdülhamit Cennet mekânın devrinde bir binbaşıydım orduda. Bir birliğim vardı benim de. Annem babam vefat edince, servetimiz vardı payimar olmasın diye sadarete bir istifa dilekçesi gönderdim. Dedim ki annem babam vefat etti falan yerdeki mağazalarımız, filan yerdeki gayri menkullerimiz... bunlara nezaret edecek bir nezaretçiye ihtiyaç vardır. İstifam kabul buyurulursa, istifa etmek istiyorum. Biraz sonra bana doğrudan doğruya hünkârdan bir yazı geldi, istifan kabul edilmedi. Öyle anlaşılıyor ki istifa dilekçem padişaha gönderilmişti. Ben bir daha dilekçe verdim yine aynı cevap geldi. Bizzat çıkayım huzuruna şifa-i olarak görüşeyim, bu celâdetli padişah cidden çok celadetli (yiğitlik, kuvvet ve şiddet). Ben yaveriyle uzun zaman bir yerde kaldım. Tuhaf gelir size nasıl sen kaldın diyeceksiniz? Yaşlı yaveriyle uzun zaman bir yerde kaldım, Abdülhamit faytonda giderken faytonun sağındaki solundaki nefes almaya bile korkarlardı, derdi. Medet Efendi. Allah rahmet etsin evliyaullahtan bir zâttı. Ben bizzat o celâdetli, haşmetli padişahın huzuruna çıktım. Hünkârım dedim. İstifamın kabulünü rica edeceğim dedim. Durumumuz budur dedim. Derin derin biraz düşündü. İstifa etmemi istemiyordu, yüzünün halinden belliydi. Israrıma da dayanamadı, öfkeli bir edayla, elinin tersiyle beni iter gibi “Haydi istifa ettirdik” dedi seni. Ben döndüm sevinerek geldim işimin başına.
Gece âlem-i manada orduların teftiş edildiğini gördüm. Gördüm ki son savaşı vermek üzere şarkında ve garbında savaşan orduları bizzat Rasul-i Ekrem teftiş ediyor. Efendimiz (SAV) yıldızın önünde duruyordu. Bütün Türk ordusu Aleyhissalâtu Vesselam’a teftiş veriyordu. Osmanlı padişahlarının ileri gelenleri vardı. Abdülhamit de edeple, kemerbeste-i ubudiyetle kâinatın Fahr’ının arkasında duruyordu. Bütün ordular geçti. Derken benim birlik geldi; başında kumandanı olmadığı için darma dağındı. Efendimiz döndü Abdülhamit’e dedi ki “Abdülhamit! Nerede bu ordunun kumandanı?”, Abdülhamit “Yâ Rasulallah!, çok istedi, ısrar etti, istifa ettirdik.”. Efendimiz “Senin istifa ettirdiğini, biz de istifa ettirdik” buyurdu. Ben ağlamayayım da kim ağlasın !?..”
"İşte
Avrupa'nın herhangi bir yerine gitmenize müsaade eden izin... Tekrar İstanbul'a
gelirseniz. Türkiye artık sadece küçük bir memleket olacak... Demokrasi bir
mezhep mücadelesi haline gelecek... Zannetmemki, milletim bu günkünden daha
mutlu olsun..."
SULTAN ABDÜLHAMİT HAN
Padişahım gelmemişken ya da biz,
İşte geldik senden istimdada biz,
Öldürürler başlasak feryada biz,
Hasret olduk eski istibdada biz.
(Süleyman Nazif)
İşte geldik senden istimdada biz,
Öldürürler başlasak feryada biz,
Hasret olduk eski istibdada biz.
(Süleyman Nazif)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder